“Yavaş” dedi Eda, sol kapının üst tutacağına sıkı sıkı sarılmış halde. Hayatında ilk defa sağdan direksiyonlu, trafiğin soldan aktığı bir trafikte gidiyordu. Kavşağa geldiğimizde afallıyor, kavşağın ne tarafından dönmemiz gerektiği konusunda kafası karışıyordu. 4 gün boyunca birçok defa yineleyeceği gibi tekrarladı: “Yavaş diyorum sana”. Oysa ki sadece 50 km/s hızda ilerliyordum. Bir Avrupa ülkesinden ziyade Arap kasabalarını andıran sarı kireç taşından yapılmış evlerin arasından geçerken, günlüğüne 14 avro ödediğimiz sanki kağıttan yapılmış izlenimi veren Hyundai i20’nin içinde delik deşik yollardan geçerken o 50 km/s hız bile rahatsız edici olabiliyordu.

Eda hiçbir zaman kış insanı olmamıştı. Pazartesiyi birleştirerek oluşacak 4 günlük 1 Mayıs tatili için soğuk kış akşamlarında; güneşin, plajların ve ada hayatının dinliğinin hayali ile Kuzey Afrika ile aynı enlemde yer alan Malta’yı gözüne kestirmişti. Bu kadar güneyde, hava denize girebilecek kadar ısınırdı herhalde. Tarih meraklısı benim için de UNESCO Dünya Mirası listesindeki sit alanları ile oldukça çekici geliyordu bu ada.

Neolitik Malta

Neolatik malta

İlginç bir şekilde Malta, dünyanın ayakta kalan en eski tarih öncesi kalıntılarından bazılarına sahip. M.Ö. 3600 yıllarında yapılan 6 tane tapınak Stonehenge’den 700, piramidlerden 1000 yıl daha önce inşa edilmiş. Belki de bu tapınakların en büyük şansı Malta’da kireçtaşından başka hiçbir madenin bulunmaması. Taş devri zamanında bu tapınakları inşa eden halk muhtemelen kuraklık vb. sebeblerle adayı terk etmiş ve 3000 sene boyunca adada insan hayatının kalmaması ile bir şekilde ayakta kalmaya devam etmişler.

Bunlar içinde güneydeki Hagar Qim ve Mnajdra gördüklerimiz arasında en derli toplu ve sağlam ayakta duranlarıydı. Mnajdra’nın kapısından girip koridoru geçtikten sonra bir altar var. Yılda iki gün ufukta doğan güneş bu kapıdan içeri giren ışık doğruca altara vuruyor: Ekinokslarda! Bundan 5500 yıl önce yapılan bir tapınakta bu astronomik bilgilerin kullanılması bir kez daha Erich von Daniken’e selam çakmama sebep oluyor. Skorba tapınaklarının yapımı çok daha eski olsa da bu ikisi kadar sağlam ayakta değiller. Daha ziyadesiyle bu kalıntılardan çıkan çok eski çanak çömlekler sebebiyle ünlüler, o çömlekler de Valetta’daki arkeoloji müzesinde sergileniyor.

Roma ve Arap Etkisi: Mdina ve Rabat

mdina giriş

Dediğim gibi kireçtaşı dışında başka bir madenin bulunmaması, düzenli bir temiz su kaynağının yer almaması ile ada bronz ve demir çağlarını pas geçip 3.000 yıl sonra Akdeniz’e hakim olmak isteyen Fenikeliler tarafından yeniden keşfediliyor. Sonrasında da Roma’sından Araplara oradan İngilizlere kadar kim bu denize hakim ise adanın kontrolü onda kalmış. Ada o kadar el değiştirse de Fenikelilerin getirdiği Semitik dil baki kalmış ve bugün Maltaca, Avrupa Birliği’nde resmi olarak kabul edilen tek Semitik dil.

İlginç bir şekilde Araplar sadece 200 sene adaya hakim olsa da takip eden 1000 sene boyunca da adanın genelindeki yer isimleri Arapça kalmış. Valetta kurulana kadar ülkenin başkenti olan Arapça kasaba anlamına gelen Mdina ve kenar mahalle anlamına gelen Rabat, arabanın bizi götürdüğü ikinci nokta. Şehir, bin yıldır o kadar el değmemiş durumda ki buranın dört bir noktası Game of Thrones sahnelerinde kullanılmış. Yine de burada benim en çok aklımda yer eden ise belki de daha önce hiç görmediğim için Roma döneminden kalma yer altı mezarları. Kireçtaşı kolay oyulabildiği için ölüleri bu devasa yer altı mezarlarına gömmeyi uygun görmüşler. Gel gör ki, bu mezarlar II. Dünya Savaşı bombardımanları sırasında sığınak işlevi görmüş.

Katolik Malta

mosta dome

Genel olarak turistik tesislerin toplandığı yer Sliema tarafları. Ancak burada oteller pahalı. Nasılsa altımıda araba var deyip konaklayacağımız yeri Mosta olarak seçiyoruz. Hem burası adanın tam göbeğinde yer alıyor. Adanın dört bir yanına gitmek için elverişli. Kalacağımız pansiyonun yerini 10 km öteden seçebiliyoruz. Zira Rotunda ya da Mosta Dome heybetli kubbesi ile çok uzaklardan görülebiliyor. Malta, Katolik oranının çok yüksek olmasının yanı sıra %70 düzenli ayinlere katılım oranı ile oldukça dindar bir ülke. Ceplerindeki paraları da ihtişamlı bazilikalar yaptırmak için harcamak da kaçınmamışlar. Roma’daki Pantheon’dan esinlenerek 19. yüzyılın ortalarında yapılan bu bazilika da zamanında dünyadaki en büyük 3. kubbeye sahipmiş. Bazilika, II. Dünya Savaşı’nda Alman bombardıman uçaklarından birinin hedefi olmuş. Ayin sırasında kiliseye düşen bomba patlamamış. Bugün o bomba bazilikada Tanrı’nın mucizesi olarak sergileniyor.  

Turistik amaçlı gezmek istenildiğinde girişte 5 avro kesiyorlar. Keza Valetta’nın en önemli kilisesi olan St. John kilisesinin kilisesinin giriş ücreti 10 avro. 2 kişi bir kiliseye girmenin kabaca bedeli 100 liradan fazla oluyor. Bunu bedavaya getirmenin kolay bir yolu var: Ayin saatlerine riayet etmek. Yani kiliseye dini sebeple gelince içeriye girmek için para ödemek gerekmiyor.

Akşam ayinin saat 18’de olduğunu öğreniyoruz. Geri sıralarda çok da kendimizi belli etmeden kuruluyoruz. Papaz ayini gerçekleştirirken biz kubbenin mimarisine hayran hayran bakıyoruz. Ayin bittikten sonra gezmek zaten serbest.

Marsaxlokkst peter's pool

Kuş uçmaz kervan geçmez toplu taşımanın bulunmadığı toz toprak yollardan geçerek adanın en doğu ucundaki St Peter’s Pool’a varıyoruz. Milyonlarca yıl boyunca denizin dövdüğü kayalar yıllar içinde değişik şekiller almış. Bunlardan biri de havuzlaşan bir kaya oyuğu da koya ismini vermiş. Eminim yazın burası oldukça haraketlidir ancak bu rüzgarlı havada bir biz varız bir de nü fotoğraf çekimi yapan bir uzakdoğulu çift. Biz polarla bile çok ısınamaz iken o kız çıplak bir vaziyette nasıl saatlerce durdu diye düşünerek akşam yemeği için Marsaxlokk’a doğru yola çıkıyoruz.

Nisan sonu, Mayıs başı Malta Turizm Bakanlığı bir haftada üç farklı şehirde havai fişek şenlikleri düzenliyor. Biz de Marsaxlokk’a gelişimizi festivale göre ayarladık. Burası ufak bir balıkçı köyü. Kordonboyunda birçok fiyatı uygun restaurant var. Bunun dışında da pek de ilginç bir şey bulunmuyor.

Biz erken saatlerde kasabaya varınca hem kasabanın içinde rahatlıkla park edecek yer buluyoruz hem de sahilde ön sıralardan bir restauranta konuşlanıyoruz. Akşam dönüşte kasabaya giriş yolunda kilometrelerce uzanan kenara çekmiş araç kuyruğunu görünce erken gelerek ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anlıyoruz.

Belediye bir kaç yüz metre aralar ile sahneler kurmuş, havai fişek gösterisine buradaki şarkıcılar eşlik ediyor. Ve elbette ki böyle bir Akdeniz kordonboyunda kaçınılmaz olarak küçük esnaf standları var. Tam bir ev hanımı teyzenin standından anneler günü hediyesi olsun diye bir kolye beğeniyorum. Etiketin üzerinde yazan fiyatın 2/3’ünü öneriyorum. Kadın havada kapıyor parayı. Kahretsin, kötü pazarlık ettim. Ama önerdiğim fiyat euro cinsinden bana oldukça makul gelmişti.

Malta gerçekten diğer Avrupa ülkeleri ile kıyaslayınca çok ucuz. Mesela bir örnek vermek gerekirse boyozları 30 cente satıyorlar. Bu sebeple emekli birçok İngiliz çok daha rahat şartlarda üstelik daha sıcak bir memlekette yaşamak için buraya yerleşiyor. Hem de trafik zaten alıştıkları düzende işliyor.

 

Valetta

Malta’da nüfus yoğunluğu oldukça yoğun. Valetta’ya ulaşmak için pis bir trafik var. Kaldırım kenarında boş yer bulamayacak kadar yoğun bir araç fazlalığı var. Arabayı Valetta sur içine girişinin hemen önünde yeni yapılan kat otoparkına parkedip tam zamanında sur içine giriyoruz: Ayın son pazarı saat 10’da bando takımı ana caddeyi boydan boya geçerek meydana geliyor muhafız değişimi seromonisi gerçekleşiyor.

Bugün başkent olan Valetta esasında görece yeni bir şehir. Osmanlı’nın Rodos’u işgal etmesiyle, St. John şövalyeleri yeni bir ev arıyorlar ve Papa, Malta adasını şövalyelere veriyor. Şövalyeler mevcut başken Mdina yerine liman kenarında Valetta’yı kuruyorlar. Bandonun seremonisi Büyük Usta’nın sarayının önünde sona eriyor. Buradan da anlaşıldığı gibi esasında St. John şövalyeleri masonik bir oluşum. Sarayın bir kısmı bugün Cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılırken, bir kısmı da turistik ziyarete açık.

Sarayı gezdikten sonra surların sonuna, limanın hemen girişinde bulunan Fort St. Angelo’ya gidiyoruz. Burası da Game of Thrones’un King’s Landing çekimlerinde kullanılan mekanlarından birisi. Gerçekte ise Malta’nın savaş tarihi müzesi işlevini görüyor.

Savaş demişken de bunun yarısı esasında Osmanlı kuşatmasına ait. “Çok başlılıktan kaybetti” diyordu kalede staj yapan genç öğrenci. Bir yandan kara kuvvetlerini kontrol eden Mustafa Paşa öte yandan donanmayı kontrol eden Piyale Paşa, bir türlü anlaşamayıp dört kat fazla askeri olmasına rağmen adayı almayı başaramamışlardı. Osmanlı tarihinde belki de bir ayrı olarak kalan bu kuşatma Malta tarihinin belki de en çok konuşulan noktası. Hatta kuşatma zamanının Büyük Usta’sı Jean Parisot de Valette’nin ismi sonrasında şehre veriliyor.

Sonrasında Napoleon’un ardından da Victoria’nın tüm Akdeniz kontrolünü sağlamak için fetihleri ile ada büyük Avrupalıların kontrolüne geçiyor. II. Dünya Savaşı sırasında hala İngiltere’nin kontrolünde olan Malta, Alman bombardıman uçaklarına maruz kalıyor.   

Akşam tekrar ana caddeye geri dönüp akşam ayinine müteakip St. John Katedraline giriyoruz. Dışarıdan bakıldığında hiçbir çekiciliği bulunmayan katedralin önündeki en göz alıcı şey ise Daphne Caruana Galizia adına düzenlenmiş anıt. 2017’de Malta’daki politik yolsuzlukları araştırırken arabasına konulan bombayla öldürülen gazeteci faili ise bulun(a)madı.Galizia

Ayin için girişi ana cadde üzerinden değil de yan kapıdan yapıyorlar. Biz vardığımızda ayin çoktan başlamıştı. Girişte kadın elimize İngilizce ait metinlerini tutuşturuyor. Zira ayin Maltaca. Hoş, İngilizce metinler de zaten bir şey ifade etmiyor. Biraz ortalardan bir yere konuşlanıp vaaz eşliğinde sağımıza solumuza bakınmaya başlıyoruz. Katedralin en önemli yanı 12 adet şapelin her biri tarikat içinde konuşulan bir dile ayrılmış. Eh tabi papalıktan şövalyelere ciddi bir para akımı da olunca şapelleri süslemek için hiçbir masraftan kaçınılmamış en kralından tablolar yaptırılmış.

Üç Şehirler

üç şehirler

Fort St. Angelo’dan bakınca karşı kıyıda çatal gibi üç yarım ada görülüyor. İsmi de zaten buradan gelen üç şehirler mimari ve tarih açısından Valetta’ya benzese de esasında turist akımının oldukça dışında kalmış. Valetta’dan her yarım saatte bir kalkan teknelerle karşı kıyıya geçilebiliyor. Bu tekne biletleri aynı zamanda Valetta’ya tekrar çıkmak için binilen asansörü de kapsıyor.

Dar Arnavut kaldırımlı sokaklarda kaybolarak gezerken karşımıza bir kilise çıkıyor. E bir bakalım diyerek atıyoruz kendimizi içeriye ve hoş bir sürpriz ile karşılaşıyoruz: İçeride evlenme töreni var. Arkalarda bir sandalyeye çöküp hem kiliseyi süzüyoruz, hem de merasimi izliyoruz. Bir süre boyunca papazın Maltaca vaazı bitmek bilmeyince sıkılıp yola devam ediyoruz.

Aldığımız 3 günlük Kültür Bakanlığı Malta karta dahil bir binaya giriyoruz. Zamanında engizisyonun kullandığı bu binada akıl almaz işkence yöntemleri sergileniyor.

Blue Lagoon ve Gozo

blue lagoon

Ben ne kadar Malta’nın tarihini araştırıyorsam Eda’da bir o kadar süreyi Malta’nın plajlarına ve denizlerine ayırdı. Sonuç ise hüsran. En çok öne çıkarılan Golden Beach’in bile hiçbir albenisi yok. Bunun tek istisnası Kemmuna adındaki ufak bir adacıktaki Blue Lagoon.

Hem Gozo’dan hem de ana adadan kalkan tekneler ile ulaşılıyor ama ortada ne bir gölge yapacak ağaç ne de kumsal var. Dahası güneş şemsiyesini taşımış olsan bile her yer kayalık olduğu için onu da saplayacak bir yer yok. Neyse ki daha mayısın başı. Güneş henüz kavurmuyor ama buna mukabil deniz buz gibi. Yine de bu mevsim için bile muazzam kalabalık var. Yazın burası nasıl olur, tekneye binmek için kaç saat sıra beklenir tahmin bile etmek istemiyorum.     

Biz oradan yönümüzü artık son durağımız olan Gozo’ya çeviriyoruz. Hiçliğin ortasında dikilmiş devasa katedrallerin arasından geçerek ilk durağımız eski adıyla Rabat, İngilizlerin himayesine geçtikten sonra değişen ismiyle Victoria oluyor. Zaten burası adadaki tek gerçek şehir. Burada da esas görülmeye değer yer şehirdeki eski hisar. İçinde yine malum olduğu üzere büyük bir katedral barındıran hisarın tepesinden tüm Gozo ve onun uçsuz bucaksız çorak toprakları görünebiliyor.

Buradan çıkıp en batıya gidiyoruz. Khalesi’nin düğününün çekildiği Azzure Window denizin kayaları dövmesiyle oluşan doğal bir oluşumdu. Ne yazık ki 2017’de doğal sebeplerle yıkıldı ve bize de göz yaşları kaldı.gozo

Şu anda burada görmeye değen yer ise “İç deniz” denilen yer. Buradaki kayalar o kadar yumuşak ki, zamanla deniz kayaları aşındırmış, bir tünel açmış ve karadaki bir çukuru gölet haline getirmiş. Şimdi de buradan zodyaklarla ya da şnorkellerle tünelin içine gezmeye götürüyorlar.

Son Söz

Altımızda arabanın olmasının da rahatlığıyla tüm adayı köşe bucak gezmeyi başardık. Açıkçası bu kadar fazla gezilecek tarihi yerin olabileceğini hiç düşünmemiştim. Her ne kadar Blue Lagoon’da denize girsek de başlangıç noktamız mayısta sıcakları bulmaktı. Ada Afrika’ya yakın olsa da mayıs başında henüz o kadar sıcak değildi. Üstelik plajlarının da çok bir albenisi yok. Bir kere gördük bir daha da kolay kolay yolumuz düşmez sanırım.  

Categories: Malta

1 Comment

Sado · 28 December 2018 at 23:21

Mükemmel anlatım görmüş kadar olduk ama daha çok fotoğraf gerek

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *