“Bir dakika biletinize bakabilir miyim?” diye durdurdu bizi kontrolör. Sadece salonun yaş ortalamasından 50 yaş daha genç olmamız değildi göze çarpan. Aynı zamanda herkesin düğüne gidermiş gibi elbiseler, ceketler giyip inci kolyeler, kravatlar taktığı mekanda boğazlı kazaklarımız, kadife pantolonlarımız ve kar botlarımızla ortama hiç ait olmadığımız belliydi. “Sizin yeriniz bu koridorun sonunda” diyerek bilet fiyatlarının 120 avrodan başladığı yerden bizi geri çevirip ucu görünmeyen hole doğru yönlendirdi.
Viyana için uçak bileti alır almaz ilk yaptığım iş Viyana filarmoni orkestrasının sitesine girmek olmuştu. Klasik müzikten anladığımı iddia etmeyeceğim. Belki de yıllardır TRT’nin yılbaşı konserlerinden aşina olduğum, belki de gerçekten dünyaca ünlü olan filarmoni orkestrasına bilet bulmanın zor olacağını biliyordum. Ama yine de daha seyahate üç ay varken biletlerin tükendiğini görmek moral bozucuydu. Evet, Glastonbury gibi festivallerin biletleri birkaç saat içinde tükeniyordu ama ayın yarısı boyunca en az bir konserin olduğu sahnenin biletleri kim bilir kaç ay önceden tükenmemeliydi.
Sitede konserden bir hafta önce sınırlı sayıda iade edilen biletin tekrar satışa çıkacağı belirtilmişti. Biletlerin yeniden satışa çıkacağı zamana alarmı kurmuş, sanki ÖSS sonucunun açıklanmasını bekleyen liseli misali, sürekli F5’e basıyordum. Nihayet satış başladığında, o kalanlardan birini kapmak için saniyeler içinde karar vermeliydim: Ya ta salonun en arkasından konseri ayakta seyredecektik ya da orkestranın üzerindeki balkondan sahneyi görmeyen bir koltuk satın alacaktık. Artık 20’li yaşlarında Rock’n Coke için saatlerce dikilebilen gençler değildik. Koltuk rahat geldi.
İyi ki de öyle yapmışız. Ayağımızda kar botları, elimizden paltolarımız ile saatlerce dikilemezdik. Manzarası diğer seyirciler olan koltuğumuzda komşularımız ise çekik gözlü birkaç turistti. Ama bizden farklı olarak onlar takım elbiseliydi. Hayır, valize bunları tıkıp getirmek bir yana, bir de -4 derece soğukta bunları giyip gelmek ayrı bir dert.
Konser başladı. Önümüzdeki 85 yaşlarındaki dede mahallenin muhtarı gibi kendini balkondan aşağı sarkıttı. Tek eksiği elinde bir torba çekirdek olmayışıydı. Bizim ise sahneyi görmek için hiçbir şansımız yoktu. Bir ara kah gözlerimi kapatıp tamamen müziğe konsantre olmaya çalıştım. Baktım dalıyorum, uyuyacağım gözleri açıp bu sefer salon mimarisine ve tavanlardaki heykelleri incelemeye başladım. Konser arasında boş sandalyeleri kolladıysam da nafile, hemen dışarı çıkarıldık. Neyse en azından ısınmış bir şekilde soğuk Viyana sokaklarına döndük.
Acıktık ve Viyana mutfağı üzerine
Noel pazarları bu soğuk Aralık ayında Viyana’ya gelirken ana planımızdı. Viyana bu konuda Avrupa’daki en renkli şehirlerden bir tanesi. Şehir merkezinde irili ufaklı 12 tane pazar kurulmuş. En ufak meydanda bile 2-3 dükkanlık pazar bulunuyor. Biz doğrudan soluğu belediye meclisinin önündeki en büyük pazarda aldık. Burası Avusturya mutfağına giriş için güzel bir adım oldu. Tam da öğle saatinin açlığı ile dur bir Leberkase’nin tadına bakalım, sarımsaklı langos güzel koktu, dur üzerine bir appflestrudel yiyelim diye diye midemizin limitlerini zorladık. Buradaki pazarlarda güzel bir uygulama var. Her bir pazarın kendine has bir bardağı var. Sıcak şarapları karton bardağa doldurmak yerine bu 3-4 euro depozitolu sevimli bardaklarla servis ediyorlar. Biz sonrasında bunları eve hatıra diye götürdük.
Mutfağın gelişme kısmında ise et yemekleri yatıyor. Adı ilk defa 1831’de yazılmış bir yemek kitabında geçen Schinitzel, 1905 yılında açılan bir şarap tavernasının ana yemeği haline gelmiş. Bugün 4. kuşak tarafından işletilen Figlmüller ailesinin bir pasaj içindeki ufak restoranı Viyana kültlerinden birine dönüşmüş. Neyse ki biz 3 ay öncesinden rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Yoksa biz de bir cumartesi gecesi hemen önümüzde “maalesef yerimiz yok, isterseniz salı akşamına rezervasyon alabiliriz” diyerek geri çevrilen aile gibi suratımızı asmak zorunda kalırdık.
Menüsü basit restoranların oldum olası hastası olmuşumdur. Anayasa kalınlığında menüsü olan restorandan bir hayır gelmez. Menüde bir, bilemedin iki kalem varsa orası işini iyi yapıyordur. İşte burada da bir Schinitzel, bir de imparator Franz Ferdinand’ın masasından eksik etmediği haşlanmış et yemeği Tafelspitz demirbaşlarımız.
Gelişimin ikinci bölümünü ise gastronomiye ayırdık. Stadpark’ın içinde yer alan dünyanın en iyi 14. restoranı seçilen iki Michelin yıldızlı Steirereck İstanbul’daki araştırmalarım sırasında bardaki sarışın mavi gözlü afet gibi bana göz kırpıyordu. Bana değil arkamdaki Ferrarili çocuğa kırptığını anladığım süre içersinde Steirereck’in menüsüne bakıp beyaz kuşkonmaz, kuzukulağı ve haşhaş ile servis edilen sazanın fiyatının 48 euro olduğunu görünce yüzümdeki o gülümseme kayboldu. Ta ki o kızın yanında giydiği oduncu gömleği, kemik çerçeveli gözlüğü ve at kuyruğu yüzünden esasında dikkat çekmeyen ama bir o kadar güzel kuzenini keşfedene kadar. Steirerecek’in hemen altında bir bistro kısmı vardı. Muhtemelen ana mutfağa geçmeye çalışan yardımcı aşçıların çalışma alanıydı ve fiyatlar ana restoranın üçte biri fiyatınaydı. Fiyatlar yanıltmasın, gene erkeklerin gömlek ceket, kadınların elbise ile geldiği mekanda boğazlı kazaklarımız ile sırıtıyorduk ama artık çoktan buna alışmıştık.
Menünün sonuç ve tatlı kısmında ise sachertorte var. Kanımca aşırı abartılan ve tek hikayesi tarihinin 1832 yılına dayanması olduğunu düşündüğüm bu turtayı yemek için insanlar o soğukta saatlerce Hotel Sacher’in önünde bekliyorlar. Ne şanslıyız ki bunların bir de Salzburg’da da yerleri var ve mekanda in cin top oynuyordu.
Mozart Biz Geliyoruz: Salzburg
Viyana soğuktu ama karla ancak Salzburg yolunda Alplerde karşılaştık. Devlet tren işletmesinin yarı fiyatına giden Westbahn ile 3 saat süren yolculuğun ardından Salzach nehri kenarındaki eski şehir karşılıyor bizi. Tuz madenleri sayesinde zengin olan şehir ticaret ile İtalya ile yakınlaşmış ve 17 yüzyılda İtalyan mimarlar tarafından barok mimarisi ile inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında eski şehir fazla hasar almamış ve barok stilin korunduğu nadir Almanca konuşulan şehirlerden biri olarak 1996’da UNESCO Dünya Mirası’na girmiş.
Şu tepenin üzerindeki Festunghohen Salzburg’un inşiaası 1066 yılında ilk bir kilisenin dikilmesi ile başlamış. Gel zaman git zaman 600 yıl boyunca yüksek duvarların dikilmesi ve binaların eklenmesi ile bu şeklini almış. Belki de bu aşılması zor duvarları sayesinde Salzburg Prensliği suya sabuna dokunmadan tüm savaşların uzağında kendi halinde kalmayı başarmış, anca 1815 Viyana Kongresi’nden sonra Avusturya’ya bağlanmış. Tepeye gıda taşımak için ilk olarak 1500’lerde 4 atın çevirdiği bir kasnak düzeneği kurulmuş. Bugün o düzeneğin yerinde 1892’de hizmete giren Avusturya’nın ilk füniküleri bulunuyor.
Salzburg’un en pazarlanabilir öğelerinden bir tanesi de Mozart’ın doğum yerinin burası olması. Bugün doğduğu ev müze olarak faaliyet gösteriyor. Benim gibi konuya çok da hakim olmayanlar için hızlı bir Mozart özeti oluyor. Müzede ailesi ile olan mektuplarından, kemanına kadar birçok kişisel eşyası sergileniyor. Evin olduğu Getreidegasse sonunda bir meydan, meydanda Noel pazarı ve romanesk stilde inşa edilmiş devasa bir katedral karşılıyor bizi. Katedralin arkasında ise çok temiz ve tertipli bakılmış bir mezarlıktan geçip kaleye çıkıyoruz. Alp manzaralı kalede, zamanında kışla olarak hizmet veren bina bugün Avusturya’nın savaş tarihini anlatıyor. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na ve oradan dünya savaşlarına kadar ki süreçte ordunun tarihi, silahları, kıyafetleri vb. sergileniyor.
Bunun dışında bir de görülmesi gereken baş piskoposun yazlık sarayı var ama oraya zamanımız kalmıyor. Zaten Viyana’da yeteri kadar saray var.
Viyana Sarayları ve Sisi
Habsburg ile Osmanlı Hanedanlığı’nın tarihi birbiriyle çok örtüşüyor. İkisi de 1200’lerin sonunda iktidara geldikten sonra I. Dünya Savaşı ile tarihten siliniyorlar. Geriye ise hanededanlığın kullandığı devasa saraylar kalmış. Devasalığı anlatmak için şöyle bir örnek vereyim: Yazlık saray olarak yapılan Schönbrünn Sarayı’nın bahçeleri ile birlikte kapladığı alan 2.6 km². Karşılaştırmak için 45 mahalleden oluşan Beyoğlu ilçesinin 9 km² olduğunu not düşeyim. 17,5 euro verilip de girilen bu saraylarda elbette sergilenen şey, Kral’ın yatağı, çalışma masası, yemek odası takımı, danteli şusu busu gibi esasında çok da ilgi çekmeyen şeyler. Burada bir hikayeye ihtiyaçları var. Onu da Sisi üzerinden kurgulamışlar. 44 yıl ile en uzun süre başta kalan Kraliçe’nin hiç sevmediği Kral ile evliliği ve sürekli çocuklarının ölmesi üzerinden kurgulanan trajik hikaye ile sarayların Türkçe dil seçeneği bulunan audio guideları hazırlanmış.
Ülkenin üçte ikisinin Alpler ile kaplı olduğu Avusturya öncelikle bir kış ziyaret noktası. Özelikle Noel arifesinde gelerek biz aradığımızı bulduk. Ama elbette yazın da Hallstatt gibi masalsı köyleriyle bir de yaz gözüyle görmekte fayda var.
1 yorum
Halifax Dört Mevsim: Kış - İlker'in Seyir Defteri · 12 Temmuz 2024 18:47 tarihinde
[…] bu donemin en büyük keyfi Noel pazarlarını gezmek. Nitekim daha önce Viyana’da meydan meydan bu pazarların keyfini çıkarmıştık. Ne yazık ki Halifax için bu biraz hayal kırıklığı. Waterfront’ta kasımın son […]