İki yabancı gibi karşılıklı iki yakada
Uzo ve rakı ile dumanlı kafaları
Dillerinde aynı şarkı, dudaklarında aynı tebessüm
Kim inanır ki dost olmadıklarına
“Ben çocukken burada 7 tane Rum ilkokulu vardı, gerisini sen düşün” diyor yukarıdaki satırların sahibi Yorgo. Adadaki çok kültürlülüğü konuşmak istiyorum ama 70’lerindeki bu amcanın esasında pek de bu konuları konuşmaya niyeti yok. Yine de biraz sıkıştırıyorum. 30 sene İstanbul’da yaşadıktan sonra Gökçeada’ya geri dönmüş. Bak Yunanistan’a gidenler de dönüyor diye ortamı yumuşatmaya çalışıyorum ama Yorgo’nun yüzündeki hüzün net: “Hiç gitmemeliydiler!”
Gökçeada
Yunan hükümetinin teşvikleri bir yana, euro emekli maaşı alıp Türkiye’de lira ile harcamak, Yunanistan’da yaşamaya çalışmaktan çok daha kolay. Bu sayede iki Rum köyü, Tepeköy ve Zeytinliköy’de bir yaz akşamı sokakları dolaştığımızda işittiğimiz sözler hep Yunanca. Zeytinliköy muhtarlığında asılı aidat listesinde yazılı olan TC kimlik numaralarının yanındaki hanedeki isimler hep Rumca. Köydeki yerleşiklere belli ki yazın Yunanistan’dan da sık ziyaretçi geliyor. Zira köyün içindeki otoparkta saydığım 15 arabadan 8 tanesi Yunanistan plakalı. Tüm bu çok kültürlülüğe tezat bir şekilde ise şehir merkezinde çok şaşalı bir imam hatip lisesi açılmış sanki buraya çok gerekirmiş gibi.
Gerek adanın merkezi, gerekse köyler bayram tatilinin getirdiği kalabalık ile cıvıl cıvıl. Bu kalabalığa rağmen yine de fiyatlar diğer yerlere kıyasla daha düşük. Örneğin Asos ya da Bozcaada’da geceliği 600 liradan aşağı yer bulmak mümkün değilken biz burada pansiyonda geceliği 250 TL’ye kalıyoruz.
Önceki yıllarda gittiğimiz yerlerin yanına bu defa Zeytinliköy’ün hemen girişindeki Son Vapur restoranı da ziyaret ediyoruz. Üzüm bağlarına bakan manzarası ve keyifli bir canlı müzik ile mekan bayram zamanı tıklım tıklım dolu. “Bizim bir kemik müşteri kitlemiz var sağ olsunlar” diyor konuya açıklık getirmek isteyen mekanın sahibi. Mutfaktan çıkanlar da oldukça lezzetli. Bu doluluğun hakkını veriyor. “Ama Gökçeada’nın geneli için konuşursak insanlarda para yok, geçen yıl 10 harcayan bu yıl 7 harcıyor. Gelecek sene 5 harcayacak.” diyerek devam ediyor kaygılı bir şekilde.
Deniz için pek bir sevdiğimiz Laz Koyu’na gidiyoruz ama bayram sebebiyle aşırı kalabalık araba koymak için yer yok. Kefalos plajı aşırı rüzgarlı. Kite surf yapanlar için güzel ama bizi aptala çeviriyor bu rüzgar. Üçüncü gün bu defa yolumuzu daha önce hiç gitmediğimiz adanın ve Türkiye’nin en batısına, Uğurlu tarafına çeviriyoruz.
Uğurlu limanını geride bırakıp tepeyi aştığımızda karşımıza Gizli Liman adı verilen bir plaj çıkıyor. Artık yolunun uzaklığından mı yoksa daha az bilindiğinden mi, son derece sakin bir plaj karşılıyor bizi. Duşu, tuvaleti temiz olan ufak bir işletme de bulunuyor. Bütün ihtiyacımız olan zaten bundan ibaret.
Savaşın Çanakkale’si
Gökçeada’dan ayrıldığımız vapuruna kollarını açan tarihi Gelibolu Yarımadasını henüz birkaç ay önce didik didik gezmiştik. Her ne kadar sırf Mustafa Kemal ile alakası olmadığı için 3 tane geminin batırıldığı 18 Mart deniz muharebesi günümüz konjonktüründe daha öne çıkarılsa da esas olay 8 ay süren ve toplamda 550 bin askere mezar olan bu topraklarda yapılan kara savaşlarıdır. Yine de sırf savaşan Osmanlı Devleti olduğu için Gelibolu, örneğin bir Afyon Kocatepe’ye göre çok daha fazla parlatılmaktadır ve 2005’ten bu yana şehitliklerin düzenlenmesi için 100 milyon dolardan fazla para yatırılmış.
Şehitlikler başlamadan önce yer alan savaş müzesinde savaşın neden başladığı, nasıl ilerlediği gibi aydınlatıcı bilgiler var. Sonrasında tek yönlü yolda sağlı sollu, irili ufaklı Türk ve Anzac şehitlikleri bulunuyor.
Bu sene rotası değiştirilen Türkiye Bisiklet Turu’nun etaplarından bir tanesi burada sonlanmıştı. Bisiklet turlarını organize eden ülkelerin en temel amacının televizyon yayınlarında ülkenin turistik güzelliklerini göstermek olduğunu göz önünde bulundurursak, bu çok güzel bir düzenlemeydi. Hatta bir Fransız bisiklet gazetecisi, “Çanakkale savaşlarında 12 bin Fransız’ın öldüğünü bilmiyordum.” itirafında bulunmuştu.
Bisikletçilerin rotasını takip ederek, çeşitli şehitlikler ve yazıtlarda durarak Conk Bayırı’na tırmanıyoruz. Atatürk’ün “Size ölmeyi emrediyorum!” dediği ve tüm askerlerinin öldüğü 57. Alay’ın şehitliği en bilineni ve kalabalığı. Belki bu kadar kalabalık oluşu, belki de bir şehitliğin bu kadar mermerle kaplanması beni rahatsız ediyor. Oysa ki hemen 300 metre aşağıda Yalnız Çam Anzac Mezarlığı’nda sadece bir anıt ve çok bakımlı bir yeşil alanı vardı. Keşmekeşten uzak yapısıyla bende çok daha şehitlere saygı duyulan bir yer algısı uyandırdı.
Çanakkale Merkez
Kilitbahir feribotuna ilerlerken gözüme ilk ilişen Çanakkale 18 Mart stadının ışık direkleri oluyor. Bir zamanlar en üst seviyede mücadele eden şehrin takımı artık bölgesel amatör ligde oynuyor. Ben ilk stadı görmemi algıda seçiciliğe bağlarken, Eda memleketinde direklerden daha yüksek bir bina olmamasına bağlayıp bundan gurur duyuyor.
Şehirde üniversitenin yaz tatilinde ve bayram sebebiyle insanların tatile gitmesinden mütevellit bir sakinlik var. Kordondaki mekanlar Cuma akşamı bile beklediğimden boş. Gündem ise Kaz Dağları. CHP’li Çanakkale belediye başkanı kesilen ağaçlara farkındalık yaratmak için dört bir yana pankartlar astırmış ve bir Fazıl Say konseri düzenlemiş.
Çanakkale Çayı’nın ötesini daha önce gezmemiştim. Bu yıl düzenlenip ziyarete açılan Hamidiye Tabyaları, savaş müzesine çevrilmiş. Elbette II. Abdülhamid tarafından yaptırılmış olmasının buraya ödenek ayrılmasına etkisi yadsınamaz. Savaş müzesinde kullanılan ses, video ve hologram özellikleri çok başarılı. Bu da anlatım ve öğreticilik bakımından buradaki müzeyi Gelibolu’dakinin önüne koyuyor. Öte yandan bütün müzede Mustafa Kemal ile ilgili tek bir anlatının bulunmaması hemen göze çarpıyor.
Tabyaların hemen devamında Yeni Kordon adı verilen bir plaj yer alıyor. Bir akşam da buraya çıkıyoruz. Gerek plaja piknik sandalyelerini atanlar, gerekse de trafiğin kesmediği kordonu ile oldukça cıvıl cıvıl bir yer burası. Belki de tek eksiği Eski Kordon’daki Truva atının bulunmaması. Ama bir tam günümüzü antik şehirlere ayırarak bu açığı tamamlıyoruz.
Helen’in İzinde
2 yıl önce UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Truva antik şehrini ziyaret etmiştik. Geçen yıl tamamlanan ve Kültür Bakanlığı’nın bu sayede Truva yılı ilan ettiği yeni müze ise sadece şehri değil, Çanakkale civarında bulunan bütün antik kentlerin yapısını anlamak adına oldukça güzel tasarlanmış. Sadece kazılardan çıkanların sergilendiği değil aynı zamanda videolarla desteklenmiş başta Homeros’un İlyada Destanı’na temellendirilen hikayesel anlatım ile müzeyi bitirmemiz 2 saatimizi aldı.
Bugün Biga Yarımadası olarak adlandırdığımız bölgenin Antik Yunan’daki adı Troas idi ve Truva dışında da birçok kente ev de sahipliği yapıyordu. İlk olarak yolumuzun üstünde Alexander Troas var. Büyük İskender’in generallerinden birinin kurduğu şehirden geriye bugün çok az bir kısmı ayakta kalmış. Zaten daha çok yol üzerinde sadece çitlerle çevrilmiş bir alandan ibaret.
Bizi esas şaşırtan ise bir 30 km daha güneydeki Sminthion şehri ve içinde Apollon tapınağı oldu. Gayet iyi bir şekilde korunmuş şehrin hemen girişinde kazılarla ilgili bilgiler veren bir oda var. Kazı ekibinin kutlama yaparken 1999’da çekilmiş bir fotoğraf gözüme çarpıyor. 90’lara ait o komik kazakların içindeki ekibin her bir üyesi ellerindeki kutu Efes’i kaldırarak kutluyorlar başarılarını. Günümüz konjonktürünü düşününce bu fotoğraf, sanki antik şehrin kazılarından çıkacak kadar uzak bir zamana aitmiş gibi görünüyor bana.
1 yorum
Yüksel Dalgıç · 11 Eylül 2019 20:45 tarihinde
Muhteşem detaylar, akıcı bir üslup. Gittikçe gelişen yorumlamaların. Tebrik ederim.